04 Nisan 2012 Çarşamba

    KARDELEN SÜRGÜNÜ

    28 Mart 2012, 14:47
    Bu makale 48 kez okundu
    KARDELEN SÜRGÜNÜ
    Adem GÖKSÜGÜR
    (Baş örtüsü mağdurlarına ithaftır) 
                Yağmurlu bir sonbahar sabahı ıslak kaldırım taşlarındaki belli belirsiz yansımasını takip ederek hızlı adımlarla ilerliyordu. Avrupa'nın bu yağışlı iklimine alışmak zorunda olduğunu düşünürken nemli havayı derince ciğerlerine çekti. Memleketinin sıcak insanlarına olduğu kadar, sıcak iklimine de duyduğu hasret yine tüm benliğini sarmıştı. Bu yabancı ülkeye niçin gelmişti, aklı bunu bir türlü almıyordu. Sıla hasreti bir kurşun gibi üzerine geliyor ve tüm acımasızlığıyla içinde bilemediği bir yerleri delip geçiyordu. Kulağına aşina gelecek bir ses, “işte bu benim iklimime ait” diyebileceği tanıdık bir nağme duymak istiyordu. Çamlıca'da bir ağaç gölgesinde oturup, odun közünde pişirilmiş orta kahvesini yudumlarken hafif hafif gelen “kâtibim” ezgisi daha dün gibi aklındaydı. Şu an uzaklardan insanın içini çepe çevre kuşatan ince bir ezan nağmesi işitmek ne güzel olurdu. Yanık ve yankılı o İstanbul ezanlarını özlemişti. Bunları düşünürken kendinden o kadar geçmişti ki, yanından geçen bir otomobilin yağmurlu asfaltı ezerken çıkardığı o garip ses bile bu karmaşık duygularını bölmeye yetmemişti. Yuvasından yere düşmüş yavru bir kuş gibi çaresiz hissediyordu kendisini. Geride bıraktığı tüm sevdikleri, bir film şeridi gibi akıp geçti hafızasından. Arkasından bir tas su döken annesinin, döktüğü tek şeyin bundan ibaret olmadığını ima edercesine gözyaşlarına boğulması, metin görünmek için kendini zorlayan ama gözyaşlarını içine akıttığı her halinden belli olan babası, henüz ikinci sınıfa geçmiş kız kardeşinin “ne olur gitme!” diyen o ağlamaklı bakışları, pencerelere çıkmış dualar eşliğinde el sallayan komşuları bir bir gelip geçti gözlerinin önünden. İçinde kopan fırtınalar, dokunsalar yağmur getirecek yüklü bulutlara gebeydi adeta. Henüz yirmi bir yaşında, tüm ailesinden uzakta yaşamak zorunda olan genç bir kızdı.
     
    Bütün bu düşüncelerden kurtulmak istercesine derin bir nefes aldı. Nefesi, ağlamayı yeni bitirmiş bir çocuğun aldığı ani kesintilerle bölünmüş derin bir nefes gibiydi. O rutubetli kokuyu burnunun tüm hücreleriyle hissetti. Kendisini toparlamalı ve güncel konular üzerinde yoğunlaşmalıydı. Bu gün önemli bir sınav verecekti. “İlkel insanlarda sosyal tabular” konulu seminerini Profesör Schneider'e sunacaktı. Ülkesindeki ilkel tabular nedeniyle, buralarda sürgün gibi yaşamak zorunda olduğunu hatırladı. Schneider'in bu konuyu özellikle seçtiğini ve Viyana kuşatmalarının rövanşıymışçasına önemsediğini hissediyordu. Türk öğrencilerin gözünün içine baka baka o meşhur kuşatmalara yeri geldikçe az göndermeler yapmıyordu. Aslında yeri gelmese de bir fırsatını bulup dokundurmaktan zevk alıyordu. Kılık kıyafet konusundaki tabular sebebiyle ülkesini terk edip buralara eğitim için gelen bir Türk kızını köşeye sıkıştırmak Schneider için eğlenceli bir oyun gibi görünüyordu. Kırk beş yaşlarında sarı kısa saçlı, Nitsche'ninkileri andıran ve alt dudağını örten sarı fırça bıyıkları ve Hitler'i aratmayan tok sesiyle sert mizaçlı bir adamdı. Türklerle yıldızı asla barışmayan bu profesörün kendisini çekmek istediği yöne gitmemek için araştırmasını farklı bir düzlemde incelemeye karar vermişti. Yaptığı araştırmalar sonucu, avcılık ve toplayıcılıkla yaşamlarını sürdüren ilkel toplumların kan, bebek ve cenazelere dokunmayı tabu kabul ettikleri sonucuna ulaşmış ve konuyu bu merkezde irdelemeye karar vermişti. Bu ilkel tabuların çağdaş uzantılarına da değinecekti kuşkusuz, ama kendisinin de mağduru olduğu bu iç sorunu, yabancı insanlarla paylaşmak niyetinde değildi. Bunu hayal etmek bile zoruna gidiyordu.
     
                Kampus girişinde Antropoloji doçenti Grossman'a “Günaydın, Herr Grossman!” dedi. Grossman kapının kenarına geçerek kibar bir reveransla “Günaydın Zehra!” dedi ve geçiş önceliğini kendisine verdi. Sonra da acelesi varmışçasına hızlı adımlarla Zehra'yı geçerek uzaklaştı. Aynı manzaranın kendi ülkesinde de egemen olmasını temenni ederken ağzından istem dışı iki sözcük dökülüvermişti Zehra'nın:
     
    —Kamusal alan…
     
    Geniş koridorlarda bu iki sözcük, yankılanan ayak sesleri arasından kendine bir yol bularak dağılıp gitmişti. Belli belirsiz bir şeyler işiten Grossman arkasına dönerken:
     
    —Bir şey mi dediniz Fräulein, diye seslendi.
     
    —Hayır, özür dilerim bir şey yok…
     
    Tüm duygulularından sıyrılmak zorundaydı, derse yirmi dakika kalmıştı ve kendisini toparlamalıydı. Kantine doğru yöneldi. Kantinde, insanı sakinleştiren bir klasik müzik, Mozart'ın senfonilerinden biri çalıyordu. Viyana'nın yetiştirdiği büyük besteciler Mozart, Schubert ve Strauss'un eserleri kentin önemli ortamlarında fon müzik olarak insanlara dinletilirdi. Gençler bu sayede kantinde sakin sakin sohbet ediyor ya da ders çalışabiliyordu. Zehra tanıdık bir sima arıyordu ki, kitap sayfaları arasına gömülmüş, bir taraftan okuyup bir taraftan da notlar alan Sıla'yı gördü, selam verdi ve masaya oturdu. Sıla Psikoloji öğrencisiydi ve Viyana'da işçi olan dayısının evinde kalıyordu. O da kıyafet tercihinden ödün vermemek için buralara gelmişti. Kendisine göre oldukça şanslı sayılırdı. Oysa kendisi tek odalı bir öğrenci evini bir arkadaşıyla paylaşıyordu. Alış-veriş, yemek, bulaşık, çamaşır derken gün bitiyor ve ders çalışmak için yeterince zaman bulamıyordu.
     
    Sıla:
    — Hayrola kızım, dokunsalar patlayacak gibisin. Kendini bırakma bu kadar!
     
    Bunları söylerken bir yandan da Zehra'nın yanaklarına sağlı sollu öpücükler kondurdu. Almancayı pekiştirmek için aralarında Almanca konuşmayı tercih ediyorlardı. Bir yıllık dil eğitiminden sonra alınmış böyle bir karar, akıcı bir Almanca için isabetli olmuştu.
     
    Zehra karamsar bir tavır takınarak devam etti:
     
    — Daha önce konuşmuştuk, şu sosyal tabular konulu seminer geldi çattı. Semineri yazılı olarak hazırladım, bunu biliyorsun. Seminerin sözlü sunum aşaması beni korkutuyor. Schneider'in bahsedeceğimi zannettiği alana hiç değinmedim. Hararetli tartışmalar yaşansın istemiyorum. Bazen Sosyoloji'yi seçmekle hata yaptığımı düşünüyorum, senin gibi Psikoloji'yi seçmeliydim.
     
    — Psikoloji'yi seçseydin, bu kez de iç dünyanda kopan fırtınaların psikanaliz uzantılarını seminer konusu olarak karşında bulurdun, bundan kuşkun olmasın. Sorun bölümlerde değil Zehra... Sorun evrim süreci yaşayan ve özgürleşmenin eşiğinde olan ülkemizdeki yasakçı çevrelerin sende oluşturduğu depresif bozuklukta. Kafana takma, her gecenin ardından şafak sökmüyor mu? Tutturmuşsun bir sürgün edebiyatı, kendini perişan edip duruyorsun. Sürgün yoksunluk demek değildir. Kışın kupkuru kalan dalların, baharda sürgün vermesi gibi biz de baharı beklemesini bilmeliyiz. Peygamberimizi bir düşün… Sence onun hicreti bir sürgün müydü?
    Olaylar o kadar hızlı gelişiyor ki, bir bakmışsın kıyafet özgürlüğü anayasadaki yerini almış, sonra da ver elini Türkiye… Hem buralarda eğitim alabilmek için çırpınan az öğrenci yok memleketimizde. Tadını çıkar…
     
    — Böyle konuşması kolay Sıla! Sen bir bakıma ailenle birliktesin. Dayın, yengen, kuzenlerin… Bense bütün çevremden uzaktayım. Psikoloji okuyorsun ama içimde kopan fırtınaları tahlil etmekten oldukça uzaksın.
     
    — Daha o konulara gelmedik güzelim…
    Sıla'nın her zamanki gevrek gülüşü aslında Zehra'yı sakinleştirme çabasından başka bir şey değildi.
     
    — Aslında haklısın. Sorun hassas ve kırılgan yapımdan kaynaklanıyor. Olaylar karşısında serinkanlı olamıyor, sağduyulu davranamıyorum…
     
    Sıla mesleğinin gereğini yerine getirmişti. Ne de olsa psikolojinin batıdaki üstadı Freud'un bilim yaptığı kentte psikoloji eğitimi alıyordu. Zehra ne zaman sıkılsa, soluğu bu yüzden Sıla'nın yanında alırdı. Koruyucu meleği yine görevini yerine getirmişti. Zehra bütün bu duygulardan sıyrılmak istercesine başını hafifçe sağa sola silkerek sitem etmeye başladı:
     
    — Bu arada masana geldik Sıla'cım. Çayın kahven yok mu?
     
    — İnsanda akıl mı bırakıyorsun şekerim! Ben çay alıyorum, sen…
     
    — Kahve lütfen! Sütlü ve az şekerli olsun.
     
     
                                                                  * * *
     
     
                Seminer nihayet başlamıştı. Schneider'in bunaltıcı sorularını, karşı ataklarla bir bir savuşturuyordu Zehra. Akıcı Almancasını hiç kuşku yok, bu ve benzeri tartışmalar sayesinde kazanmıştı.
    Schneider'in “Avrupa Birliğine bu yasakçı zihniyetle girmeyi planladığınıza inanamıyorum” ifadesi Zehra'yı çileden çıkarmaya yetmişti. Bu ani girişim zekice manevralarla bertaraf edilmeliydi. Schneider hamaset duygularıyla hareket etmeyi seven biriydi. O halde ona kendi yöntemleriyle karşılık vermek gerekiyordu. Ev arkadaşı Eda ile hafta sonu bu konuyu bir oyun gibi canlandırmışlardı. Eda, Schneider olmuştu ve olası sorularla Zehra'yı bunaltmıştı. Evde oynanan bu tiyatro şimdi işini kolaylaştırıyordu.
     
    Zehra devam etti:
     
    — Köklü bir uygarlık deneyimine sahip olan ülkemiz, bu iç sorunlarını halletme aşamasındadır Herr Schneider. Bu sorunlarımız çözüme ulaştıktan sonra, aynen ortaçağda yaptığımız gibi sadece Avrupa'yı değil tüm dünyayı uygarlık açısından nasıl şekillendireceğimizi göreceksiniz. Bundan sakın kuşkunuz olmasın.
     
    Bunları söylerken kendinden o kadar emindi ki, ses tonunda amansız bir düşmana karşı savaş kazanmış muzaffer bir komutan edası vardı. Bu kadar etkileyici hitabeti olduğuna kendisi bile inanamıyordu. Daha sonra verdiği örnekse sınıftaki farklı Müslüman ülkelere mensup öğrencileri alkışlamanın eşiğine getirmişti: 
     
    — Siz de biliyorsunuz Herr Schneider; Danimarka'daki karikatür skandalı sonrasında tüm zamanların Müslüman sayısı bir yılda iki katına çıktı ve kutsal kitabımız Kuran en çok satan kitap oldu bu ülkede. Avusturya'da İslam dininin okullarda resmi din olarak okutuluyor olmasına da dikkat çekmek istiyorum. Bu durum sadece Avusturya halkının özgür yapısına bağlanmamalı. Genel olarak Avrupa'da İslam'a bir yöneliş var. İslam'ın insanları cezbeden adalet ve merhamet ilkelerinin bu yönelişte önemli rol oynadığı unutulmamalı. Ortaçağdaki bağnaz tutumunuz ülkemdeki yasakçılardan farklı mıydı? Hekimlerin muayene ve ameliyat yapması idamlık bir suçtu bu dönemde. Vebalı hastalar, içine şeytan girdiği gerekçesiyle purgatuvarlarda işkenceye tabi tutulurdu. İşkence sonrası ölenler için “öldü ama çok şükür içindeki şeytandan da kurtuldu” diyerek şükrederlerdi. Şaka gibi değil mi Herr Schneider! Soydaşınız olan tarihçi Max Kemmerich’i bu bağlamda okumanızı öneririm.
     
                Etkileyici açıklamalar sonrası nihayet konu yaşam biçimleri avcılık ve toplayıcılıktan ibaret olan ilkel toplumlardaki tabulara geldi. Şaman dininde yeni doğan bir bebeğe belli bir süre sadece annesinin dokunabileceğinden bahsetti. Başkalarının bu sürede bebeğe dokunmayı uğursuzluk saymasıyla günümüz Hıristiyanlığındaki “asli günah” anlayışının ilintisi üzerine yorumlar yaptı. Kırkı çıkmamış bebekler için de kendi ülkesinde bazı yaptırımların uygulandığından söz etti. Bu çerçevede hazırlanmış kapsamlı seminer başarıyla tamamlandı. Zehra geçer notu almış, çevresini saran arkadaşlarının yoğun kutlamalarına karşılık mütevazı ve biraz da utangaç bir tavırla teşekkür etmişti. 
     
     
     
                                                                           * * *
     
     
                2008'in Ocak ayının son günleriydi. Sömestr tatili, dondurucu bir kış ikindisi başlamıştı. Okuldan eve dönüş bu kez daha bir heyecan doluydu. Kar hızını artırmış, on beş dakikalık mesafede olan evine gidişine engel olacak yoğunluğa ulaşmıştı. Kantine inip kendisine bir çay ve bir Alman çöreği aldı. Pencere kenarındaki boş bir masaya oturup çöreğini yemeye başladı. Bir yandan dışarıda yağan karları izliyor, diğer yandan da aldığı çay yudumlarıyla içini ısıtıyordu.
     
                Son yıllarda İstanbul'da moda olan simit saraylarını hatırladı. Lise son sınıfa gidiyordu. Yine böyle bir kış günüydü. Şiddetli kar yağışlarının ulaşımı zorlaştırdığı günlerdi. Okul çıkışı bir arkadaşıyla yürümeye karar vermişlerdi. Altunizade'de bir simit sarayında çıtır simitlerini afiyetle yemiş ve sıcak çaylarını yudumlamışlardı. Sonra da Salacak istikametine yönelip evlerinin yolunu tutmuşlardı. İstanbul'un kışları da zaman zaman Viyana'yı aratmıyordu. Salacak'taki mütevazı evlerinden boğaz tüm ihtişamı ile görünüyordu. Kız Kulesi beyaz bir örtüyü başına çekmiş, boğazın sert ve soğuk dalgaları arasından tüm İstanbul'u selamlıyordu. Boğazın diğer tarafındaki Sultan Ahmet, Ayasofya ve Süleymaniye'nin muhteşem minareleri şehadet parmakları gibi göğe uzanmıştı. Galata Kulesi de Kız Kulesine kavuşmak istercesine iri cüssesini kar taneleri arasından gösteriyordu.
    Bir gün kalmıştı, sadece bir gün…
    Yarını iple çekiyordu buralara kavuşabilmek için.
     
                Çöreğini bitirmiş, bir çay daha almıştı. Dışarıda kar hızını azaltmış, rüzgâr ıslığını kesmişti. Kaşla göz arasında çayını içip hava kararmadan yola koyuldu. Fakülte binasının kapısını açar açmaz soğuk hava yüzünü yalamakta gecikmedi. Karlar az önceki etkisini kaybetmiş, kuş tüyü yastıktan boşalan beyaz tüyler gibi nazlı nazlı uçuşuyordu. Üzerindeki siyah mantosu, annesinin ördüğü mor atkısı ve başındaki leylak çiçeklerle süslü eflatun başörtüsü yer yer kar tanecikleriyle renk değiştirmeye başlamıştı. Yarın sabah ilk uçakla İstanbul'a uçacaktı. Memleket hasreti nihayet bitiyordu. Kısa bir süreliğine de olsa sevdikleriyle beraber olacaktı.
     
    Bu duygularla eve yaklaştığında, ayaklarını yerden kesecek bir sürprizin onu beklediğinden habersizdi. Avusturya mimarisinde önemli yer tutan barok ve rokoko stilinin izlerini taşıyan binaları geçerek oldukça eski bir binanın önünde durdu. Bu esnada nal sesleriyle deri gıcırtısının ahengi kulaklarında yankılanmakta gecikmemişti. İki yağız atın çektiği görkemli bir fayton, yanından süzülüp geçmişti. Atlardan yayılan o gizemli koku ona hep ortaçağdaymış izlenimi veriyordu. Viyana'nın eskiyle yeniyi bir arada yaşatan bu özelliğini bu kente geldiği ilk günden beri çok sevmişti. Sağ elindeki eldiveni çıkarıp cebinden anahtarını aldı ve Thonet tarzıyla tasarlanmış eski ahşap kapıyı açtı. Zemin kattaki, tek odalı, küçük mutfağı, banyo ve tuvaletiyle kırk metre kareyi geçmeyen küçük dairesinin kapısını önce anahtarıyla açmayı düşündü. Genellikle Eda evde olduğu zaman kapıyı anahtarla açmazdı. İçerden sesler geliyordu. Sıla da burada olmalı diye düşündü. Kapıdaki bronzdan yapılmış aslan başı figürlü tokmağı hafifçe vurdu. Kapıyı açan Eda:
     
    — Haberi duydun mu? diye sevinç çığlığı attı.
    — Hangi haberden bahsediyorsun?
    — Üniversitelerdeki kıyafet sorunu nihayet çözülüyor.
     
     Bu sürpriz haberi çılgınca yaşamak üzere eve gelen Sıla'nın attığı sevinç çığlıkları neredeyse sokaktan bile duyuluyordu. Zehra'nın meclisteki görüşmelerden haberi vardı, ancak mutabakatın sağlanacağına ve sorunun çözüme ulaşacağına bir türlü inanası gelmiyordu.
    Sıla bu anı kutlamak için bol kremalı çikolatalı pastalar ve meyve suları getirmişti. Eda da Avusturyalıların gözde menülerinden beşamel soslu şnitzel yapmıştı. Türkiye'deki Fakültelere yatay geçiş seçenekleri üzerinde gece yarılarına kadar sohbetler edip eğlendiler. Avrupalı Türklerin dilinden düşmeyen çok eski bir ezgi vardı. “Havasına, suyuna…” diye başlayan “Memleketim” adlı bu ezgiyi koro halinde söyleyip sevinç gözyaşları dökmüşlerdi.
     
    Güya erken yatacaktı… Sabahın yedisinde Sılanın dayısı kendisini hava alanına bırakacaktı. Gerçi bir gün önceden tüm hazırlıklarını tamamlamıştı ama şu sevinç uykusuzluğu işlerini zorlaştırabilirdi. Etrafı apar topar toplayıp Sıla için bir yer yatağı hazırladı.
     
    — Haydi, kızlar yatıyoruz! Siz yarın öğleye kadar uyuyacaksınız…
     
    Eda İzmirliydi ve uçağı yarın akşam kalkacaktı. Sıla ise halinden memnundu ve memlekete kavuşmanın tadını yaz tatiline bırakmıştı. Yoğun şamatadan sonra karanlık oda aniden derin bir sessizliğe büründü.
     
                Ertesi sabah Sıla ve dayısı Zehra'yı Viyana Uluslararası Schwechat Havaalanına getirmişlerdi. Gerekli kontroller yapıldıktan sonra ayrılık vakti gelmişti. Zehra önce Sıla'ya sarılıp onu yanaklarından öptü.
    “Sinan amca, hakkını helal et, Meryem teyzeye de çok selam söyle!” diyerek kendisine yıllardır babalık yapan bu hayırsever adamın elini saygıyla öptü.
     
                — Sağ ol kızım! Babana çok selam söyle! Allah'a emanet ol…
     
                Uçak kulakları sağır eden bir basınçla hızlanıp havalandı. Hava oldukça sakinleşmişti. Viyana'nın üzerinden manevra yapan uçak yön değiştirmek üzere hafifçe yan yatmıştı. Berrak ve masmavi rengiyle Viyana'yı ortadan ikiye bölen Tuna nehrine, Osman Paşa'nın nasıl meftun olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu. Üç buçuk yılını geçirdiği Viyana'yı bir daha görememe ihtimalini düşündü. Bir süre sonra Avusturya Alp'lerinin yüksek ve karlı zirveleri büyük ölçekli bir harita gibi ayaklarının altındaydı. Basit ve anlamsız yasaklar sebebiyle buralarda yaşadığı sürgün günlerinin bittiğini düşünüyordu. Yasakçı çevrelerin oynayacağı son kozlardan habersizdi. Meclisin ezici üstünlüğüyle kabul edilmiş anayasa maddesi mahkemeden dönecekti. Son yılını da Viyana'da tamamlayıp, İstanbul'da yapılacak anlı şanlı bir mezuniyet töreniyle, özgürlük mücadelesi vermiş melekler kervanındaki son kahraman olarak tarihe geçecekti. Yakın bir gelecekte yasakçıların tüm foyaları ortaya çıkacak; devlet, derin güçleri yer altından bir bir çıkarıp yargıya teslim edecekti… Yargı bağımsız hale gelecek, Üniversiteler özgürleşecek ve ülke tam demokrasiye adım atacaktı. Ülkeyi bekleyen baş döndürücü bu süreçten habersiz sılaya doğru kanat açmış uçuyordu.
     
     
     
    * * *
     
     
    2009'un rüzgârlı bir ilkbahar ikindisi…
    Viyana günlerinde kendi kendine söz vermişti. Mezun olduktan sonra Çamlıca’ya çıkıp özlediği şehri seyredecekti. İstanbul, Çamlıca tepesinden tüm ihtişamıyla gözler önündeydi. Yılların yorgunluğunu atmak istercesine bir heykel gibi dimdik ayakta durmuş sadece seyrediyordu. Başındaki örtünün kenarları, rüzgârın etkisiyle sürgünün acılarını silmek istercesine çırpınıp duruyordu. Sabretmişti, zafere inanmıştı, yılmamış ve başarmıştı. Hemen oracıkta şükür secdesine kapanmak geldi içinden. “Şükürler olsun sana Allah'ım, bu günleri gösterdiğin için…” diye bir dua dökülmüştü dudaklarından. Gözlerinden akan birkaç damla yaş, ağır ağır süzülüp örtüsüyle buluşmuştu. Kâbus bitmiş, ilkel tabular ilkel günlerde kalmıştı artık. 
    Zehra'yı ve nice Zehra'ları, Elif'leri, Meryem'leri güzel günler bekliyordu…

    Bu içeriğe yorum yapan ilk siz olun!

    • Ad Soyad:

    • Yorum:

    •  

      @name x

    • UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. Ayrıca suç teşkil edecek hakaret içerikli yorumlar hakkında muhatapları tarafından dava açılabilmektedir.

    GAZETE MANŞETLERİ


    HAVA DURUMU

    Görüntülemek istediğiniz ili seçiniz:

    ANKET Sonuçlar Tümü

    ?Sizce Hangi Yayın Organı Daha Etkin ?

    NAMAZ VAKİTLERİ

    Görüntülemek istediğiniz ili seçiniz:

    e-gazete

    kim kimdir?

    • Celal - Zade Mustafa Çelebi

    ARŞİV