İslam’ın doğuşu sırasında iki başat güç vardır. Bugünkü deyimi ile iki süper güç: Bizans ve Sasaniler. İslam’ın doğuşu ve 622 tarihinde devlet hayatına kavuşması ile birlikte kısa sürede doğudaki Sasanilerin yerini İslam Devleti almıştır. Bu devletin başını da üç asır boyunca Araplar çekmiştir. Daha sonra Türkler devreye girmiş ve Batı’daki güçlere, o güne kadar yaşamadığı ağır mağlubiyetler tattırmıştır. Önce Müslüman Arapların, daha sonra da Türklerin baskısıyla Batılılar güneyde bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan Avrupa’ya çekilmek durumunda kalmışlardır. Hatta Kuzey Afrika’nın batısından Avrupa kıtasına geçen Müslümanlar Avrupalıları bugün İspanya diye bilinen topraklardan Fransa topraklarına kadar çekilmek durumunda bırakmışlardır. Emevi Halifesi I. Velid, hem Batı’dan hem de doğudan bir kuşatma harekâtıyla Avrupayı tamamen hâkimiyet altına almak istemiş ancak bu gerçekleşmemiştir. Kuzeyden ise XI. Asırda Anadolu’nun doğusunda başlayan ilerleme önce İstanbul’a kadar yaklaşıp buradan da Avrupa kıtasına geçmiştir.
İslam Dünyasında XI. asırda Arapların yerine yeni bir aktör (Türkler) devreye girmiş ve bu kolda Avrupalıları o güne kadar görülmeyecek bir şekilde geriye çekilmeye mecbur etmiştir. Haçlı seferleri ile Batı Hıristiyan Dünyası, bunun intikamını almak istemiş ise de bu duygusunu asırlarca ertelemek zorunda kalmıştır. Batıyı böyle bir karar almaya iten süreç şu şekilde cereyan etmiştir: 1071 Malazgirt mağlubiyetinin ardından bir yıl sonra Melikşah’a Abbasi Halifesi tarafından Emirü’l-Mü’minîn unvanının verilmesi Kiliseyi, İslam dünyasının tümü ile yok edilmesi fikrine götürmüştür. Bunun için 1096 miladi yılında başlayıp XIII. asrın sonlarına kadar devam eden Haçlı Seferleri’ni düzenlemişlerdir. Ancak son Haçlı Seferi’nin de öncekiler gibi yine mağlubiyetle sonuçlanması Kiliseyi İslam dünyasını topyekün Hıristiyanlaştırmak gerektiği inancına götürmüştür.
Hıristiyan dünyası İslam’ın doğuşundan itibaren onu doğduğu/bulunduğu yerde yok etmeyi düşünmüş ve buna teşebbüs etmiş ama başaramamış bir dünyadır. Haçlı seferleri ile defalarca (sekiz kerre) bunu denemişse de başaramayınca başka alternatifler aramış ve coğrafi keşifler denilen olaylar da bu baskıdan-çaresizlikten kurtulmak için aranan çareler sonucunda ortaya çıkmıştır.
Bu alternatiflerin oluşturduğu imkânlarla Batı yeni güçler toplayarak yeniden tarihi rakibini alt etmenin yollarını aramış ve bu hususta hiç de aceleci olmamıştır. Bu uzun süreçte en aklî kararı IV. Haçlı seferi sonucunda vermiştir. Bu sefer sonucunda hedeflenenin aksine Doğu Hıristiyanlığının merkezi olan Constantinople (İstanbul)’un işgal edilerek Latinlerce talan edilmesi Kilise babalarını sükutu hayale uğratmıştır. Bunu gören Vatikan’daki Kilise babaları, cephede kılıçla savaşmakla birlike cephe gerisinde de savaşmanın gerekliğilini görmüştür. Vatikan’ın ince zekâlıları, “İslam’ın kendisini sadece kılıç kuvvetiyle değil, aynı zamanda hukuki, dini, entelektüel techizatı ile birlikte savunuyor” olması karşısında onu alt etmek için çok ince bir hazırlık yapmak gerektiğini anlamışlardır. Ayrıca daima mağlup olmalarına sebep olan karşılarındaki bu sağlam manevi güce bu dayanıklılığı veren şeyin, bilimsel deyimi ile psikomotor kuvvetinin ne olduğunu anlamak gerektiğini düşünmüş bunun için de Arapça öğrenmeleri zaruretini anlamışlarıdır. Bunu gerçekleştirmek için önce, XIII. asırın başlarından itibaren hem Sicilya’ya hem de Endülüs’e öğrenciler ve rahipler göndererek Arapça öğrenmeye başlamışlar, daha sonra da kendi memleketlerinde Arapça öğretecek mektepler açmışlardır.
Bu çerçevede yapılacak faaliyetleri daha sistemli ve koordineli bir hale getirmek için ilk defa akademik bir faaliyet olarak 1259 yılında Barcelona Manastırında ve diğer yerlerde Arapça öğretecek mektepler açmışlardır. 1312’deki Viyana Konsili’nde alınan kararla bunlara üniversite seviyesindeki beş koleji daha Roma, Paris, Oxford, Bologna ve Salamanque’ta ekleyek sayılarını altıya çıkarmışlardır. Buralarda Sadece Arapça değil başta Türkçe ve Farsça olmak üzere diğer doğu dilleri de öğretilmiştir. Bu süreç o günden bugüne gelişerek ve artarak devam etmiştir.
Peki bu kadar öğretim müesseseleri açılmış da ne olmuştur? Sonuçta ne elde etmişlerdir? Öncelikle ifade etmek gerekir ki buralarda tahsil gören Avrupalılar zamanla dillerini öğrendikleri ülkelerin gerçek durumlarını yerinde görmek için seyahatlere çıkmışlardır. Özellikle XIII. Asırdan başlayarak Avrupa’dan Osmanlı ülkesinin bütün bölgelerine büyük bir seyyah akını sözkonusu olmuştur. Bu akın önceki hiçbir tarihte sözkonusu olmadığı gibi sonraki asırlarda da katlanarak devam etmiştir. Nitekim Fransız Milli Kütüphanesi’nin resmi internet sayfasına girip arama motorunda “voyage dans l’ottoman” (Osmanlı Ülkesinde seyahat) yazıldığında 6818 sonuç gelmektedir. Bunlardan 32 tanesi XVII. yy., 344 tanesi XVIII. yy., 4474 tanesi XIX. yy ve 1764 tanesi de XX. Yüzyılda yapılmış seyahatlerle alakalı olan eserlerdir. 2000’li yıllarda basılan ve Osmanlı İmparatorluğunda seyahati konu edinen eser sayısı ise 113’tür.
Yukarıdaki bilgilerden hareketle Doğu-Müslümanlar üzerine yapılan çalışmaların çokluğuna işaret etmek için şu bilgiyi vermek yeterli olacaktır: Edwvard Said, 1800-1950 tarihleri arasındaki bir buçuk asırlık dönemde Orta Doğu üzerine batılılarca yazılan kitapların sayısını 60.000 olarak tahmin ediyor.
Batılı seyyahların ilgi ve alakaları doğuya karşı sürekli artarak devam etmiştir. Bu hususta yapılan bir çalışma bize önemli ipuçları vermektedir. Stephane Yerasimos’un hazırladığı ve 1991’de Türk Tarih Kurumu’nca basılan bu çalışmadaki verilere göre bu seyahatler bilhassa XVI. asırda oldukça yoğun bir şekilde gerçekleşmiştir. XIV-XVI. asırlarda Osmanlı İmparatorluğu’nda Seyyahlar isimli bu çalışmada belirtilen dönemde 449 seyyah tespit edilmiştir. Bu seyyahların seyahatlarının büyük bir çoğunluğu 1510’lardan başlayarak 1600’e kadar devam etmiştir.
Çalışma belirtilen tarihlerle ilgili olduğu için sonraki yüzyıllarda Osmanlı ülkesinde seyahat etmiş kaç seyyahın bulunduğu, bunların ne amaçlarla geldiklerini, ne gibi eserler bıraktıklarını derli toplu olarak henüz bilemiyoruz. Dolayısıyla Setphane Yerasimos’un yaptığı gibi bir çalışmanın XVII., XVIII., XIX. ve XX. yüzyıllar için de yapılması gerekir. Bunu da özellikle yerli araştırmacıların yapması daha isabetli olur.
Stephane Yerasimos’un eserinde belirtilidiğine göre 1300-1600 yılları arasında toplam 449 seyyah Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde seyahat etmiştir. Bu seyyahlardan sadece 12 tanesi Türk ve 8 tanesi de Arap’tır. Araplardan üç tanesi de Kuzey Afrikalıdır. Kalan 429 seyyah ise başta İtalyan, Alman, Fransız, İngiliz, İspanyol vs. olmak üzere Avrupa’nın diğer bölgelerindenki milletlere mensup şahsiyetlerdir.
Bu seyyahların seyahat etme sebeplerine gelince özel bir görev/misyon gereği seyahate çıkanların sayısı 191 kişidir. Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen topraklara gidip Hacı olmak arzusu ile 147 kişi seyahat etmiştir. Diğer sebepler ise daha az sayıda olup askeri, ticari, zorunlu seyahat, bilimsel geziler şeklinde sıralanmaktadır.
Seyyahların sosyal statülerine baktığımızda ise daha ilginç bir durumla karşılaşmaktayız:
Yüksek düzeyli ve devlet görevlisi 106, Din Adamı (Rahip/misyoner) 75, soylu-asilzade/aristokrat 75, tüccar temsilci 38, burjuva sınıfına mensup 36, okur yazar 26, asker/denizci/maceracı 23, usta/sanatkar/hizmetçi 10, doktor/bilim adamı/eczacı 9 ve sosyal statüsü belirlenemeyen ise 51 kişidir.
Bu seyyahların hatıralarının, gezip gördükleri yerlerle ilgili hatıralarının basılma durumları ise şöyledir: Seyyahlardan 137’sinin eseri kendi döneminde basılmıştır. Bunlardan 30 tanesinin eseri ise XVII ve XVIII. Yüzyıllarda basılmıştır. XIX. Yüzyılda basılanların sayısı ise 131’dir. XX. Yüzyılda bu seyyahlardan 67 tanesinin eseri basılmıştır. Bu seyyahlardan 98 tanesinin ise eserleri 1991 yılında henüz yazma olarak bulunmaktadır.
Bu sayısal tespitlerden sonra bazı çıkarımlarda bulunmak gerekirse öncelikle Seyyahların büyük bir kısmının İtalyan olduğunu belirtmiştik. 136 seyyahın İtalyan olmasının en önde gelen sebepleri arasında Vatikan’ın burada olması ve bu seyahatleri onun organize etmesi şeklinde değerlendirebilir ki bununla ilgili çokça kayıt vardır. Yani bu seyahatlerin ve bunlara bağlı misyonerlik faaliyetlerinin arkasında Katolik Kilisesinin olduğunu bilmemek için art niyetli olmak gerekir. Bunları takiben de Alman, Fransız, İngiliz ve İspanyolların gelmesi sonraki yüzyıllarda bu millet ve devletlerin Hıristiyan düşünce ve medeniyetinin yayılmasındaki ağırlıkları ile alakalı olduğu düşünülebilir.
Seyyahların sosyal statülerine bakıldığında da bu seyahatlerin gerek kilise tarafından gerekse adları sayılan devletler tarafından organize edildiği açıkça görülmektedir. Buna göre 106 seyyah yüksek düzeyli devlet görevlisi, 75 tane rahip ve bir o kadar da soylu sınıfından olması bu yukarıdaki iddianın kanıtıdır. Yani 429 seyyahtan 256’sının devlet yada kilisenin özel yönlendirmesi ile bu seyahatleri yaptığı ifade edilebilir. Peki bunlar ne için seyahat etmişlerdir. Sadece merak saikiyle mi Osmanlı ülkesini gezmişlerdir? Elbette ki böyle olmadığı bu misyonerlerin memleketlerine döndüklerinde ortaya koydukları eserlerle görülebilir. Nitekim bir fermanda bunların art niyetli olarak gezip Osmanlı memleketlerindeki Rum, Ermeni, Süryani ve Maruni gibi mezhep ve inançlalara mensup Hıristiyanları Katolikliğe davet ettiklerinden Osmanlı ülkesinde rahat rahat gezip dolaşmalarının önlenmesi istenmektedir[1]. Fermandaki ifadeye göre bizzat Osmanlı Vatandaşı Rum, Ermeni, Süryani ve diğer mezheplerden kişilerin şikâyetleri ile Avrupa’dan gelen rahiplerin misyonerlik propagandası yapmalarının önlenmesi istenmiştir. Hatta Ermeniler Protestan okullarının kaldırılması için Türklerle birlik olmuşlardır[2].
Demek ki bu misyoner ve özel ajanlar Osmanlı Ülkesinde önce Ortodoks Hıristiyanlığın çeşitli mezheplerine mensup gayri Müslimleri Katolik, Protestan ve Batıda mevcut diğer mezheplere dördürmek için uğraşmışlardır. Nitekim bunların bu faaliyetlerinin yukarıda belirtilen fermandan 116 yıl önce başladığını Misyonerlerin kendi yazdıkları kitaplardan anlıyoruz[3]. Buna göre daha 1610 yılında Aziz Ignas (de Saint Ignace)’ın çocukları İstanbul’daki Yahudi, Ermeni, Rum ve diğer ayrılıkçı (Burada ayrılıkçı bölücü ifadesini Hıristiyanlığın ana kitlesinden ayrılanlar olarak düşünmek gerekir) unsurları dönüştürmeye başlamışlardı. Yine aynı yerde tarih biliminde önemli bir yeri olan ve Osmanlı Tarihi isimli eseri ile bilinen Von Hammer’in de bu misyonerlik işleri ile ilgilendiğini, bir rapor hazırlayıp İmparatoruna sunduğunu öğreniyoruz. Sadece 1712 yılında kilisenin, 300 kadar Osmanlı reayasını kendilerinin ifadeleriyle “müfrit” ama bizim vatandaşımız olan hıristiyanı Katolikliğe çevirdiğini görüyoruz. Yine bir Ermeni rahip, Katolik Ermenilerle Ortodoks Ermeniler arasında bir uzlaşma sağlamak için sanat ve edebiyattan istifade ederek bir seminer yaptığını da aynı kayıtlar ifade etmektedir.
Saint-Vincent de Paul’ün Kızları Bursa’ya geldikten birkaç ay sonra 1858’de Lazarist misyoner M. Bonnieu çok ilginç bir mektup yazdı: Kız kardeşlerimiz daha birkaç ay içerisinde sınıflarında bütün milletlerden 60-70 öğrenci topladılar ve bunların üçte biri Katoliktir. Bu öğrencilerin hepsi istisnasız Katolik İlmihalini, duaları ve diğer gerekli dini bilgileri öğrendiler[4]. Mösyö Bonieu’nün bir tespiti var ki bugün için de geçerli olduğu inkâr edilemez bir gerçektir: Ülke genelinde bir dini cehalet vardır. Bu cehalet bizim okullarımızdaki Ermeni çocuklarda daha da fazladır.
XIX. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı ülkesinde misyonerlik yapan ülkeler arasına ABD de katıldı. Amerika’nın Osmanlı topraklarındaki misyonerlik operasyonlarının daha 1826 yılında başladığını da yine yukarıda belirtilen kaynak söylemektedir. İlerleyen yıllarda Amerikalı misyonerlerin sayısı daha da artmıştır. Öyle ki 1850 yılında basılan bir kitapta, Osmanlı’nın pay-ı tahtında Portestan olan Ermenilerin sayısının hızla arttığı kaydedilmektedir[5]. Batılılar Osmanlı ülkesindeki Hıristiyan ve Yahudileri Osmanlı Devleti’ni yıkmada önemli bir araç olarak kullanmışlardır.
Batılıların Türkler ve Türklerin hâkim olduğu coğrafyadaki dini, etnik ve mezhebi gruplarla ilgili çok ince ve uzun soluklu çalışmalar yaptıklarına dair bir tespiti de 6 Mart 1922 tarihinde Milli Mücadelenin bütün ağırlığı ile devam ettiği bir dönemde Mustafa Kemal yapmıştır. Onun tespiti şöyledir: “…Hepiniz bilirsiniz ki, Avrupa’nın en önemli devletleri, Türkiye’nin zararıyla, Türkiye’nin gerilemesiyle ortaya çıkmışlardır. Bugün bütün dünyayı etkileyen, milletimizin hayatını ve ülkemizi tehdit altında bulunduran en güçlü gelişmeler, Türkiye’nin zararıyla gerçekleşmiştir. Eğer güçlü bir Türkiye varlığını sürdürseydi, denebilir ki İngiltere’nin bugünkü siyaseti var olmayacaktı. Türkiye Viyana’dan sonra, Peşte ve Belgrad’da yenilmeseydi, Avusturya/Macaristan siyasetinin sözü edilmeyecekti. Fransa, İtalya, Almanya’da aynı kaynaktan esinlenerek hayat ve siyasetlerini geliştirmişler ve güçlendirmişlerdir”[6]. Yukarıda anlatılan çalışmaları göz önüne aldığımızda böyle bir Türkiye varlığını sürdürebilir miydi? Diye sormak lazımdır. Bu sorunun cevabı da elbette olumsuz olacaktır. Zira bütün batılı ülkeler bu ülkeyi tek rakip ve onun şemsiyesi altında yaşayan bütün unsurları da kendilerine yardımcı olarak kullanmak için asırlarca çalışmışlar ve bunda da başarılı olmuşlardır.
Onlar bu çalışmayı yapmadan önce Osmanlı toplumundaki gayri müslimler ne halde idiler? İnançlarını, dillerini ve kültürlerini yaşayabiliyorlar mıydı? diye bir soru sorulabilir. Bizce hiçbir problem yoktu. Osmanlı ülkesinde yaşayan gayri müslimler için de durum aynı idi. Zira Osmanlı’dan günümüze intikal etmiş ve o dönemdeki toplumun günlük hayatını olanca açıklığı ile ortaya koyan Şeriye Sicilleri üzerinde yapılan yüzlerce çalışma sosyal hayatta gayri Müslimlere herhangi bir ayırımın yapılmadığını, inançlarını rahatça yerine getirdiklerini, dillerini konuştuklarını, kendi aralarındaki anlaşmazlıkları isterlerse kendi din adamları hakemliğinde, isterlerse kadı huzurunda çözebildiklerini ortaya koymaktadır. Ancak buna itiraz edilebilir. Neticede bu siciller Osmanlı hakimlerince tutulmuştur diye. Bunu da yine kendilerinin hem de Misyoner Hıristiyanların yazdıkları kaynağa bakarak cevaplayalım: Les Grecs et les Arméniens schismatiques ont fait redescendre leur système social et la famille, pour ainsi dire, au niveau musulman= Rumlar ve Ermeni bölücüler sosyal ve ailevi sistemlerini tabiri caizse Müslüman yaptılar[7]. Buradan şunu çıkarmak durumundayız: Rum, Ermeni, Yahudi ve diğer gayri Müslim topluluklar XIX yüzyılın başlarına kadar önce Selçuklular zamanında daha sonra da Osmanlılar zamanı ve coğrafyasında tarihte eşi görülmemiş bir entegrasyon yaşayarak Türk milleti ile hiçbir dini, etnik ve kültürel probleme maruz kalmadan yaşamışlardır.
Sonuç olarak Ermeni meselesi makro plandaki Şark meselesinin bir mikro kozmozudur. 19. Yüzyılın ikinci yarısına kadar herhangi dini, etnik, kültürel bir problem yaşamadığımız bu millet özellikle Fransa’nın genel olarak da başta Vatikan olmak üzere bütün batılı millet ve devletlerin çalışmaları ile bize düşman hale getirilmiş tarihi komşularımızdır.
Yorumlar
Toplam 1 yorum mevcut
aslıhan demir 6 ay önce yorumlandı
çok birikim gerektiren bir makale ve oldukca ağır bir dil kullanılmış.ermeni meselesini dert eden ve tehlikeyi takip eden tarihcilerin olması çok güzel.teşekkür ederim.